KÜLTÜR ve EDEBİYAT
KÜLTÜR ve EDEBİYAT
Stendhal’ın edebiyatı, “bir toplumun ana caddesine tutulmuş bir ayna”ya benzetmesi edebiyatın, toplumun yaşam biçimini, giyimini, eğlencesini hülasa kültürünü yansıtan önemli bir araç olduğunu göstermektedir. Dil, edebiyat eserleri aracılığıyla ait olduğu milletin kültürünü yansıtarak hem o toplumun bireyleri arasında hem de diğer toplumların bireyleri arasında kültürlerinin tanınmasını, kabul görmesini, yaygınlaşmasını sağlar.
Kültür, edebi eserler ve gelenekler aracılığıyla diğer nesillere aktarılır aktarılan şey “kültürel miras”tır. Kültürel miras, tamamen olmasa da az çok sabit sosyal anlam noktalarından oluşur. Belirli kültürel bağlanma noktaları, kültürel mirası oluşturur. P. Bourdieu “miras varisi devralır” demişti. Yeni bir kuşak da kültürel miras tarafından devralınır. Kültürel miras bu devir süreci sırasında az çok değişir. Ancak baki olan kültürün dil ve dolayısıyla edebiyat bağlamında kuşaklara aktarıldığıdır. Bu pencereden bakıldığında klasik eserler ait olduğu kültürü yansıtır ve aktarır.
Ahmet Hamdi Tanpınar Türkiye’de nesiller boyunca okuduğumuz beş kitabın olmadığını söyler. Melih Cevdet Anday’a Bulgaristan’daki bir kongrede “Sizin klasikleriniz nelerdir?” diye sorulunca bizim klasiklerimizin olmadığı yanıtını verir. Ancak bu söylem Türk Edebiyatı’nın iyi bir eserinin olmadığı anlamına gelmez çünkü klasik eser üreticisi tarafından adı konulmuş bir şey değildir. Hiçbir klasik eser yazarı, eserinin gelecekte klasik olacağını düşünerek yazmaz. Bir eserin klasik olması için o eserin -Tanpınar’ın da söylediği gibi- nesiller boyunca okunabiliyor olması gerekir. Geçmişimizde iyi yazılmış yüzlerce eser olabilir ancak toplumunuz bu eserleri nesiller boyu okuyup hayatın merkezine taşımazsa, bir referans haline getirmezse o eserler klasik olmayabilir. Dolayısıyla, Anday’ın da Tanpınar’ın da bahsettiği edebi eserin nasıl klasik olduğu, o eserlerin edebi formunun ne kadar iyi olduğuyla değil o toplumun kültürüne ne kadar geçebildiğiyle ölçülür. Bir eseri klasik yapan yazarından ziyade onu okuyan ve içselleştiren toplumdur.
Rönesans sonrası dönemde, on dokuzuncu yüzyıla kadar batı düşüncesi, klasik eser inşası, edebi kanon inşası üzerinden kültürlerini geliştirdiler. Yüzümüzü Türkiye’ye döndüğümüzde klasik eser inşasının batıdakinden çok farklı olduğunu söyleyebiliriz. Türkiye’de bırakın nesiller boyu okunan ortak bir kitabın olmasını, aynı tarih diliminde toplumun farklı kesimlerinin ortak olarak okuyabileceği bir eserimiz de yoktur. Türkiye’de yazarlarımız aynı zamanda mahalli ikonlarımızdır. Örneğin, Nazım Hikmet ve Necip Fazıl Türk Edebiyatı’nın çok önemli iki şairidir ancak bu iki şairin eser ürettikleri dilde klasik veya kanon statüsünde olduklarına dair bir şey söyleyemeyiz. Bir yazar “sol” mahallenin diğer yazar da “sağ” mahallenin yazarıdır. Bu nedenle bir dilin yani bir kültürün çoğunluğu tarafından içselleştirilememiştir. Türk edebiyatında bu durum genel bir ethos sorunudur, kültür sorunudur. Türk Edebiyatı yazarlarına olan değerlendirmelerimizi genellikle onların edebi dillerinden değil siyasi görüşleri üzerinden inşa ediyoruz. Bu açıdan ele alındığında Türk Edebiyatı yazarlarının ve şairlerinin yüzeysel olarak okunduğu, okurun yazarla derinlemesine temas sağladığı bir okuma kültürü gelişmemiştir diyebiliriz. Türk Edebiyatı’nda kanonik edebiyat yapılanmasının sağlanabilmesi için yalnızca bir eserin nesiller boyunca okunması yeterli değildir. Bunun yanında bir eserin klasik sayılabilmesi için farklı ideolojilerden, farklı yaşam tarzına sahip, farklı kültürlerden insanların ortak bir eseri okuyabilmesi gerekir. Edebi bir eser, Türkiye gibi ideolojik olarak çok bölünmüş toplumsal yapılara sahip ülkelerde ortak paydada okunabilirse ve kültürüyle aynı potada eritilirse, ancak o zaman o ülkede kanonik edebiyat inşası başlayabilir.
Diğer ülkelerle karşılaştırıldığında Goethe okumamış bir Alman, Shakespeare okumamış bir İngiliz, Balzac okumamış bir Fransız ya da Dostoyevski okumamış bir Rus düşünemeyiz. Bir toplumun ortak bir kültürünün oluşabilmesi, o toplumun bir ulus devlet olabilmesi için de için klasik ve kanon gerekir. Edebiyat kurucu bir alandır, ulusal kimliklerin çoğu dil üzerinden oluşmuştur. Dolayısıyla insanlar bir roman okuyarak İngiliz, Fransız ya da Rus olmuştur. Örneğin on altıncı yüzyılda Martin Luther King’in incili Almancaya çevirmesi ulusal dilin dolayısıyla ulusal kültürün oluşmasında kurucu bir etkinlik olmuştur. İngilizlerin Shakespeare eserleri üzerinden deyimlerinin olması ya da Gonçarov’un Oblomov kitabıyla beraber önce Rusya’da sonrasında da tüm dünyada “oblomovluk” kavramının literatüre girmesi edebiyat ve kültürün birbirini ne kadar etkilediğinin bir göstergesidir. Bir ulusun aynı çatı altında yaşaması için ortak kültürel değerlerinin olması ve bu değerlerin edebiyatına yansıması, o ulusun bireylerinin de ortak olarak bu edebiyatı okuyabilmesini gerekir. Bu açıdan bakıldığında, Türkiye’deki ideolojik taraflar arasında geçişkenliğin çok az olması aslında ortak kitap listesinin kısa olmasının bir sonucudur. İdeolojik tarafların ortak bir dilde yani edebi bir eserde buluşamamaları, tarafların aynı dili konuşmamalarına dolayısıyla birbirlerini de aslında tam olarak anlamamalarına neden olmuştur. Önceden yazılmış edebi eserlerimizin çok güzel olması, modern okurumuzun onları bir klasik haline getirememesinin önüne geçememiştir. Bunun bir örneği olarak Mevlana’nın Mesnevi’sinin Amerika’da her yıl en çok satanlar listesine girmesi olarak gösterebiliriz. Bu pencereden bakıldığında Mevlana Amerika’da Türkiye’de olduğundan daha fazla kanondur.
Yorumlar
Yorum Gönder